bugün

entry'ler (366)

rainer maria rilke

rilke için stefan zweig şöyle söyler: "zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan rilke kadar özgür değildi. onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne de bir vatanı vardı; italya'da, fransa'da ya da avusturya'da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. onunla karşılaşmak, hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı..."

bir 'yalnız' olarak rilke ise, yalnızlardan (aslında kendinden) şöyle bahseder:
"yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklememizdir. insanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. hayır, anlamazlar. bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir. insanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. insanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. ve yıllanmış iç güdülerinde haklıydılar gerçekten: o, gerçekten düşmanlarıydı çünkü."

kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=QOLIWYuZpcI

friedrich wilhelm nietzsche

nietzsche'nin özgürlük tanımı üstinsan ismini verdiği bir kavramdan geçer. peki nedir bu üstinsan deyip durduğu şey?

nietzsche’ye göre insan aşılması gereken bir varlıktır. üstinsana geçiş yapabilmek için ise maddiyat istencinden, yanılgılarından, yücelttiği yanılsamalardan kurtulmalıdır insan. zaaflarıyla yüzleşmeli, arzularının peşinden gidip duyduklarını, gördüklerini sorgulayabilmelidir.
fakat tüm bunlar özgür insanın her türlü değeri reddettiği, yok saydığı anlamına gelmez. üstinsan bir nihilist değildir, çünkü nihilizm de aşılması gereken bir şeydir. aynı kuralları yıkmadan önce onları öğrenmek zorunda olduğumuz gibi. ancak elbette bu kolay bir yol olmayacaktır. çünkü özgür olmak isteyen kişi bedel ödemeye de hazır olmalıdır.

peki özgür olduktan sonra ne olur? yani ne hisseder, ne görür üstinsan? bunu da şöyle açıklıyor nietzsche: “özgür ruh tekrardan yaşama döner, tabi yavaşça. yine bir sıcaklık, bir yumuşaklık vardır: hissetmek daha da derinlik kazanır; rüzgâr kişinin etrafında esip durur. neredeyse hissediyordur ki, sanki şu anda ilk defa, gözleri yakınındaki şeyleri görmeye başlamıştır. şaşkınlık halindedir, öyle sessizce oturur. minnetle bakar arkasına; yolculuğuna, kendini sürgün edişine ve ciddiyetine. acı çekmek, öylece durmak, sabretmeyi öğrenmek, güneşin altında olmak... ne kadar da memnun olur bunlardan! dünyadaki en minnettar varlıklardır onlar, ayrıca en mütevazılarıdır. bilgeliktir bu, dünyevi bilgelik.”

(kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80)

fyodor mihailovic dostoyevski

hakkındaki en doğru tespitlerden birini gene stefan zweig yapmıştır:

“o kusurlarının başıboş bir şekilde fışkırmalarına izin vermiş, içgüdülerini, suça yönelik olanlarını bile kısıtlamamış, yaşamaya bırakmıştır. kusurlarını, hastalığını, kumarı, içindeki kötülüğü ve hatta şehveti seviyordu, çünkü o etin metafiziğiydi, sonsuzluğa yönelik bir haz istenciydi.”

kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=p98WdwEXzTU

gündüz vassaf

iki kitabıyla ön plana çıkan yazar: cennetin dibi ve cehenneme övgü.

yazar bu kitaplarında sürekli madalyonun öbür tarafına bakmaya ve tabuları yıkmaya çalışır. mesela ben gececi bir adamımdır. daha çok geceleri okur, yazar ve çalışırım ama nedense toplum hep “geç” yatanı suçlar, “erken” yatanı değil. “saat kaç oldu hala yatmadın mı?” annesinden bu lafı yememiş biri var mıdır? gündüzden çok geceyi sevmek suç mudur yani?

ya da delilik kavramı mesela, kimdir deli? hastalıklı bir toplumda deli olmak daha sağlıklı bir şey değil midir? ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı?

aşka bakalım… gündüz vassaf, aşk kavramını şöyle yorumluyor: “insanın sevdiğine sahip olma tutkusu aşkın kendisinden ağır basmaya başladığı an, bu aşk olmaktan çıkar artık.” katılıyorum çünkü sahip olma güdüsü tamamen egoyla alakalı bir durum, oysa sevgi paylaşmaktır. birinin birini yendiği, ezdiği ya da ona sahip olduğu bir savaş değildir aşk, onunla paylaştığı bir şeydir.

kahramanlara karşı da şüphecidir yazar: “özgür insanın kahramanı olmaz” der. “çünkü kahramana duyduğumuz gereksinim, kendi içimizdeki güvensizlikten doğar.” buna da katılıyorum çünkü bir insan başka bir insanı ilahlaştırdığı an, hem ona hem de kendisine saygısızlık yapmış oluyor. evet bazı insanlar diğerlerine göre çok daha başarılı olabilir, ama en nihayetinde hepimiz ölümlü varlıklarız ve kimse süper kahraman olacak kadar değersiz değil.

ya da tembellik hakkı mesela. bertrand russell diye bir filozof var, 70 sene önce "aylaklığa övgü" diye bir yazı yazmıştı. bu yazıda birçok insanın işsiz olmasına karşın geriye kalanların da aşırı çalıştırıldığını söylemişti. ayrıca herkesin daha fazla boş vakte ihtiyaç duyduğunu ve her gün saaaatlerce mesai yapmak yerine haftada yirmi saat çalışmanın yeterli olacağını iddia etmişti -ki gündüz vassaf da bu düşüncededir.

kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=FhF_slebFjg

emil michel cioran

cioran 1911-1995 yılları arasında yaşamış, karamsarlığıyla ünlü rumen bir yazar ve filozoftur. kendisi de bir röportajında hep depresyon anlarında yazdığını söylemiş. “böyle zamanlarda yazmak, keyfimce tasarladığım bir tür tedavi haline geliyor.” demiş. “çünkü dans etmek istediğiniz zaman yazmazsınız.”

aristoteles ‘katarsis’ diyordu bu arınma yöntemine. insanın özellikle bilinçdışına attığı, genelde onda üzüntü ya da öfke uyandıran hisleri dışavurması bu. bir köpeğin yarasını yalayarak, kendi kendini iyileştirmesi gibi bir şey. bazısı yazarak, bazısı çizerek, bazısı da besteleyerek yapar bunu. cioran da karamsarlığını yazarak aslında kendi kendini iyileştiriyordu.

ve aslında ben de bir okuru olarak, rahatlıyorum onu okuduğumda, çünkü eski bir dostumla dertleşiyormuş gibi hissediyorum bu sırada. yani çift taraflı bir tedavi yöntemi gibi onun kitaplarını okumak. örneğin franz kafka da çok melankolik bir yazardı ama onu okuduğumuzda da bir rahatlık hissederiz, çünkü kötü de olsa, bize gerçeği karamsar yazarlar söyler genelde.

son sözü gene cioran söylesin: “gerçek yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil, insanlar arasında acı çekendir.” (çürümenin kitabı'ndan)

kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=pu8mzMtQx08

takip edilesi youtube kanalları

abonesi olduğum, edebiyat ve felsefe alanında içerik üreten youtube kanalları:

dilozof felsefe üzerine yaptığı araştırmaları burada anlatıyor: tık

ümid gurbanov özenle çevirdiği altyazılı belgeselleri ve röportajları burada yayınlıyor: tık

küçük romancı kanalını yazar atölyesi gibi düşünebilirsiniz. yazıyla uğraşan insanlara önemli ipuçları veriyorlar: tık

karavandaki adam isimli kanalda şiir performanslarına ve hızlı okuma tekniklerine yer veriliyor: tık

okan bayülgen'in televizyonda okuduğu kitapları bu kanaldaki oynatma listesi üzerinden istediğiniz zaman açıp dinleyebilirsiniz: tık

kalemkahveklavye kanalını yeni çıkan kitaplardan haberdar olmak takip edebilirsiniz: tık

çeviri konuşmalar'da birçok yazar ve düşünürün röportajlarını türkçe altyazılarıyla izleyebilirsiniz: tık

haluk tatar tarihi kitaplardan bahsettiği gibi zaman zaman yazarları da konuk olarak ağırlıyor: tık

konuklu programları seviyorsanız listelist kanalından ercan kesal, küçük iskender, ali lidar ya da altay öktem gibi yazarların olduğu bölümleri izleyebilirsiniz: tık

son olarak favorime gelmek istiyorum: babala tv - yeraltından notlar

son bölümden başlamak için buradan buyurun: tık

unutmamalıyız ki youtube enes pıtır'dan ya da türevlerinden ibaret değildir. onu nasıl kullanacağımız bize kalmıştır.

minimalizm

tüketim alışkanlıklarımızın karakterimizle ve kim olduğumuzla doğrudan bağlantısı var.

başarı nedir senin için? dolgun bir maaşa, büyük bir eve, güzel bir arabaya hatta şöhrete sahip olmak mı? sence amacı ve anlamı olan bir yaşam gerçekten böyle bir şey mi?

birçok insan parayla tüm arzularını tatmin edebileceğini sanar, oysa piyangoyu kazanan herkes uzun vadede mutsuz olmuştur. çünkü kim olduğumuz neye sahip olduğumuzla değil, ne yaptığımızla ilgilidir.

alışveriş bağımlısı insanlar, içlerindeki boşluğu eşyalarla doldurabileceğini zannediyor –çünkü reklamlar! reklamların çoğu, bize aslında ihtiyacımız olmayan şeyleri satın aldırıyor. ve bunu iyi beceriyorlar, çünkü bize mutluluk vadediyorlar!

yüzler hep gülüyor reklamlarda. bize, “mutlu olmak istiyorsan mutlaka bu çikolatayı yemeli ve bu koltukta oturmalısın!” diyorlar. aldığın son model telefonun kısa bir süre sonra yenisi çıkıyor. “artık eskidi o, bir de bunu al!” diyorlar sana.

ya da ‘moda’ dediğimiz şey nedir allah aşkına? insanlar eskiden bir sıcak, bir de soğuk havaya göre giyinirdi, şimdi ise yılda tam 52 sezona göre kıyafetler üretilip pazarlanıyor. seni bir hafta sonra trend dışı kalmış gibi hissettiriyorlar ki gidip hemen yeni bir şey alasın.

yani durum şu: ne kadar çok ve hızlı alışveriş yaparsak, onlar için o kadar karlıyız. oysa eşyaların kullanılamaz olduğu için değil de, artık sosyal açıdan bir değeri kalmadığı için çöpe atılması tam bir saçmalık! böyle mi olacak? ruhumuzdaki boşluğu böyle mi dolduracağız gerçekten?

bu akılsızca tüketim sadece bize değil, doğaya da zarar veriyor. sürdürebilir enerji kaynaklarını geliştireceğimize, ne bileyim mesela daha fazla güneş ya da rüzgâr enerjisi kullanacağımıza daha fazla çöp üretiyoruz. oysa platon, “önemli olan en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.” demişti.

"less is more" diye bir tabir var. bunu türkçe’ye az, çoktan iyidir ya da az ama öz diye çevirebiliriz. işte minimalizmin kaynağı tam da burada yatar. mesela benim için miktar değil, işlev önemlidir. giymekten keyif almayacağım onlarca ceket yerine 1-2 tane güzel ceketimin olması kâfi. akıllı ama eski model bir cep telefonuna sahibim ve bu bana yetiyor. elbette yaşamak için para kazanmam gerekiyor ama ihtiyacım olandan daha fazlasına, en fazlasına sahip olmak için kendimi yiyip bitirmiyorum ya da ünlü olmak, instagram’a koyacağım bir fotoğrafın on binlerce beğeni almasını sağlamak gibi kaygılarım yok, çünkü biliyorum ki hayatımın anlamını ve amacını bu boktan şeyler veremez bana.

evet, insan doğası gereği hırslıdır –ve bu iyidir de, çünkü bazen bu hırs tutar bizi hayatta. ancak hırsımızı ve tutkularımızı, kendimizi ve çevremizi daha iyi bir hale getirmek için kullanmalıyız. işte minimalizmin özeti budur.

soren kierkegaard

Kierkegaard ölümle çok genç yaşta tanışmış. 25 yaşına geldiğinde, bir ağbisi dışında tüm kardeşleri, annesi ve babası ölmüş. Ardından mizahın ve kahkahanın, hayatın acımasızlığına verilebilecek en mantıklı tepki olduğunu fark etmiş.

'Hayat' demiş, 'yalnızca geriye dönük bir şekilde anlaşılabilir, ancak ileriye dönük bir şekilde yaşanmalıdır.' Ve absürde sığınmış, çünkü ancak ironik, sarkastik ve absürd bir yaşam bizi bu hayatın acılarından ve sıkıcılığından kurtarabilir diye düşünmüş.
Dolayısıyla yazdığı kitaplarda da hayatla ilgili en ciddi meseleleri bile komik bir dille anlatmış. 'Karanlıktaki kahkaha' diyebilirsiniz buna; yazdıkları dünya üstündeki milyonlarca yalnız insana merhem olmuş ve olmaya da devam etmekte.

Dolayısıyla Kierkegaard'ın varoluşçu olduğunu söyleyebiliriz. Albert Camus de şöyle diyordu mesela: 'Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermek ile yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşam anlamsızdır, ancak yaşamaya değerdir.'

Bir de günümüz filozoflarından Yıldız Tilbe var. O da bir şarkısında demiş ki: 'kendimden çıktım yola bir yere varamadım.' Bir ara bunu da konuşalım.

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=h15a_uMmp80)

iz bırakan kitap cümleleri

"insanlığa olan sevgim arttığı ölçüde kişilere olan sevgim azalıyor. sık sık insanlığa hizmet yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum, gerçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeye bile giderim belki, ama öte yandan bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam, bunu deneyimlerimden biliyorum. birisi bana bu kadar yakın olunca onurum eziliyor, özgürlüğüm kısıtlanıyor. gelgelelim, kişilerden nefret ettiğim ölçüde insanlığa olan sevgim artıyor!" (bkz: karamazov kardeşler)

yeraltı edebiyatı

nedir bu yeraltı edebiyatı? nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkmıştır?

önce 1929’a bir gidelim. bu sırada amerika, tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıyaydı. (bkz: büyük buhran) 4000’e yakın banka iflas etmiş, her dört kişiden üçü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerini yeniden takas yöntemiyle yapmaya başlamıştı.

on sene böyle geçtikten sonra ise 2. dünya savaşı başladı. 1945’te amerika üçer gün arayla hiroşima ve nagazaki’ye atom bombası atmış ve bir anda yüzbinlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu.

işte böyle bir dönemin içinde doğdu beat kuşağı. amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler aile-ev-araba gibi hayallerin değil de maceranın, gerçek yaşamın peşinden gitmek istemişti. önce 1956’da allen ginsberg’den ‘uluma’ (howl) adında uzun ve çarpıcı bir şiir geldi. bu şiir beat kuşağı’nın manifestosu sayıldı.

bir sene sonra ise, “özgürlüğünüzde ısrar ediyorum!” diyen jack kerouac’ın ‘yolda’ (on the road) isimli romanı basıldı. ve işte o zaman bu beat kuşağı denen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı. gerçek bir yaşamöyküsüne dayanan ‘yolda’ romanında bir grup gencin tüm amerika’yı baştan aşağıya gezmesi anlatılıyor. ki zaten genelde beat kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır.

jack kerouac, allen ginsberg, william burroughs ya da richard brautigan gibi yazarlar, kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlikle eleştiriliyordu, ancak aslında kitaplarında ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği ya da sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı. öyle büyük laflar edip, acayip edebi cümleler kurmazlardı, sokak diliyle yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı.

özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu. hani rasyoneller, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken, romantikler “hissediyorum, öyleyse varım!” der ya, işte beat kuşağı yazarlarında böyle bir anlam arayışı ve melankoliyle karışık bir yaşam coşkusu vardı.

ben mesela profesyonel insanlara acıyorum. ağlamazlar, gülmezler. ilişkileri sevgi değil çıkar üstünedir. işleri yolunda gider, ancak tutkuları yoktur. herkesin dikkatini çeker, gözüne girerler, ancak aslında ölü doğmuşlardır. beat kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tekdüze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.

ertesi yıllarda, 1965’de amerika’nın vietnam işgali başlarken, beat kuşağı’nın etkisiyle hippiler (çiçek çocuklar) ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru on binlerce genç akın akın hindistan’a doğru yola çıkmaya başlamıştı. çünkü sıkılmışlardı batı’nın sınırlarından ve doğu felsefesine, budizm’e yönelmeye başlamışlardı.

sadece edebiyatta değil, müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın. mesela o yıllarda ortaya çıkan jim morrison, janis joplin, bob dylan, jimi hendrix ya da john lennon gibi müzisyenler her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini belirtiyordu.

(kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=HVUkYAgfIfI)

beat kusagi

nedir bu beat kuşağı edebiyatı? nerede, ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkmıştır?

önce 1929’a bir gidelim. bu sırada amerika, tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıyaydı. (bkz: büyük buhran) 4000’e yakın banka iflas etmiş, her dört kişiden üçü işsiz kalmış ve piyasada para kalmadığı için insanlar alışverişlerini yeniden takas yöntemiyle yapmaya başlamıştı.

on sene böyle geçtikten sonra ise 2. dünya savaşı başladı. 1945’te amerika üçer gün arayla hiroşima ve nagazaki’ye atom bombası atmış ve bir anda yüzbinlerce kişinin ölümüne sebep olmuştu.

işte böyle bir dönemin içinde doğdu beat kuşağı. amerikan rüyasının çöktüğünü gören gençler aile-ev-araba gibi hayallerin değil de maceranın, gerçek yaşamın peşinden gitmek istemişti. önce 1956’da allen ginsberg’den ‘uluma’ (howl) adında uzun ve çarpıcı bir şiir geldi. bu şiir beat kuşağı’nın manifestosu sayıldı.

bir sene sonra ise, “özgürlüğünüzde ısrar ediyorum!” diyen jack kerouac’ın ‘yolda’ (on the road) isimli romanı basıldı. ve işte o zaman bu beat kuşağı denen akım duyulmaya ve gelişmeye başladı. gerçek bir yaşamöyküsüne dayanan ‘yolda’ romanında bir grup gencin tüm amerika’yı baştan aşağıya gezmesi anlatılıyor. ki zaten genelde beat kuşağı yazarları eserlerini yollarda üretip yazmıştır.

jack kerouac, allen ginsberg, william burroughs ya da richard brautigan gibi yazarlar, kendi hallerinde oradan oraya sürüklenirken serserilik ve boşvermişlikle eleştiriliyordu, ancak aslında kitaplarında ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği ya da sınıf ayrımcılığı gibi toplumsal sorunlarla da ilgileniyorlardı. öyle büyük laflar edip, acayip edebi cümleler kurmazlardı, sokak diliyle yazar ve sokak çocukları gibi yaşarlardı.

özlerinde yatan felsefi akım varoluşçuluktu. hani rasyoneller, “düşünüyorum, öyleyse varım” derken, romantikler “hissediyorum, öyleyse varım!” der ya, işte beat kuşağı yazarlarında böyle bir anlam arayışı ve melankoliyle karışık bir yaşam coşkusu vardı.

ben mesela profesyonel insanlara acıyorum. ağlamazlar, gülmezler. ilişkileri sevgi değil çıkar üstünedir. işleri yolunda gider, ancak tutkuları yoktur. herkesin dikkatini çeker, gözüne girerler, ancak aslında ölü doğmuşlardır. beat kuşağı da işte bu profesyonelliğe ve tekdüze yaşamlara karşı bir alternatif olarak ortaya çıktı.

ertesi yıllarda, 1965’de amerika’nın vietnam işgali başlarken, beat kuşağı’nın etkisiyle hippiler (çiçek çocuklar) ortaya çıkmış, 60’ların sonuna doğru on binlerce genç akın akın hindistan’a doğru yola çıkmaya başlamıştı. çünkü sıkılmışlardı batı’nın sınırlarından ve doğu felsefesine, budizm’e yönelmeye başlamışlardı.

sadece edebiyatta değil, müzikte de ciddi yansımaları oldu bu akımın. mesela o yıllarda ortaya çıkan jim morrison, janis joplin, bob dylan, jimi hendrix ya da john lennon gibi müzisyenler her fırsatta bu akımdan ne kadar etkilendiklerini belirtiyordu.

(kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=HVUkYAgfIfI)

psikiyatri

albert einstein, “Delilik, aptallıktan şüphesiz daha iyidir.” demişti. Şu an dâhi olduğunu düşündüğümüz çoğu insan zamanında deli olarak yaftalanmıştı. Oysa hastalıklı bir toplumda deli olmak kulağa daha sağlıklı gelmiyor mu? Ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı? Tüm bu sahteliğin içinde delilikten daha gerçekçi ne olabilir?

'Delilik Nedir?' isimli kitabın yazarı darian leader şöyle bir soru sorar: “Hastaya kendi değer sistemini ve normallik anlayışını aşılamaya çalışan bir klinisyen, yerli halkları kendi çıkarı için eğitmeye uğraşan bir sömürgeciden ne kadar farklıdır?” michel foucault da 'Hapishanenin Doğuşu'nda 'delilerin' bireysellikleri ve benlikleri çiğnenerek tekdüze insanlar haline getirildiğini söyler.

Erasmus, 'Deliliğe Övgü' isimli kitabında, “En mutlu insanlar akılla bağlantılarını koparanlardır.” der. 'Normalliğin Deliliği' isimli kitapta ise şöyle bir soru çıkar karşımıza: “Nasıl oluyor da normal insan bu kadar yıkıcılığa neden oluyor?”

Dolayısıyla şayet sözde normallik yıkıcılığa neden olurken delilik yaratıcılığı besliyorsa, ben deliliğin tarafındayım. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, tüm o deneylere ya da eleştirilere rağmen psikiyatri çok çok önemli bir bilim dalıdır. Nasıl zatürre gibi, menenjit gibi hastalıklar varsa, akıl hastalıkları da vardır ve bunlar uygun tedaviyle, doğru ilaçlarla geriletebilecek, belki de tamamen iyileştirilebilecek hastalıklardır. Ancak bu, bazı psikiyatrik tanı ya da tedavi yöntemlerini eleştiremeyeceğimiz anlamına gelmez.

psikiyatri

Size psikiyatri dünyasının en sıra dışı deneyini anlatayım...

1973’te David Rosenhan adlı bir psikolog şöyle bir soru atıyor ortaya: “Bir insanın akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi kesin olarak anlaşılabilir mi?” Ardından Rosenhan, psikiyatri tanılarının güvenilirliğini test etmek için şöyle bir deneye başlar:
Amerika’da 5 farklı eyaletten 8 tane sahte hasta, olmayan sesler duyduklarını söyleyerek birbirlerinden tamamen farklı hastanelere müracaat eder. Bu hastaneler arasında devlet klinikleri de, üniversite hastaneleri de, özel hastaneler de vardır. Başka herhangi bir hastalık belirtisi sergilemezler ve isimleri ve meslekleri dışında hayatlarındaki hiçbir detayı yanlış aktarmazlar. Bu yalancı hastaların 7’sine şizofreni, birine de manik-depresif psikoz tanısı konur ve hastaneye yatırılırlar.
Hastaneye yatırıldıktan sonra günlük hayatlarındaki gibi tamamen normal davranırlar. Hatta önceden anlaştıkları üzere, hepsi artık gaipten sesler duymadıklarını söyler, ancak doktorlar bir türlü onların iyileştiklerine inanmaz.
Bu sırada kliniklerde yatan 118 gerçek hastadan 35’i, grubun bazı üyelerine “Sen deli olamazsın, herhalde hastaneyi teftişe gelen bir gazeteci ya da profesörsün” der. Yani doktorların fark edemediği durumu hastalar hemen çakar.
Sonuç olarak hastaneden en erken çıkan sahte hasta, bir hafta yatar. En uzunu ise tam 52 gün klinikte tutulur.
Teşhisleri ise, 'gerileme durumunda paranoyak şizofreni' olur.

Ortalık karışır tabii, deneye hak verenler kadar karşı çıkanlar da olur. Ardından bence bu deneyin en ilginç kısmı başlar.

Bir başka hastane yönetimi Rosenhan’a meydan okuyarak der ki: “Biz bu oyunu bozarız! Ne zaman, nasıl ya da kim olursa olsun, o deneklerden bize de gönder, bak gör onları nasıl yakalıyoruz.”
“Tamam lan!” der bizimki. “Size önümüzdeki 3 ay boyunca sahte hastalar göndereceğim, bakalım onları ayırt edebilecek misiniz?”
3 ay sonra Rosenhan, yeni yatırılan 193 hasta ile ilgili formları inceler. Doktorlar hastaneye başvuran 193 hastadan 41’inin yalancı hasta olduğunu düşünmektedir. Ayrıca başka 42 kişiden de şüphe duymaktadır. Çarpıcı olan ise, Rosenhan’ın hastaneye aslında hiç sahte hasta göndermemiş olması.

Bu deney sonucunda 'Akıl Hastalıklarının Tanıları' kitabı yeniden düzenlenir ve Rosenhan, psikiyatrinin bugünkü standartlarına ulaşmasında dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Örneğin artık tanı konmadan önce hastaların mutlaka birden fazla belirti göstermesi gerekiyor.
Son olarak bir film önerisinde de bulunayım: one flew over the cuckoo's nest

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=QhAjtfhQG64)

kitap alıntıları

“Sonuçta hepimiz hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, katliamlar, salgınlar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları… Katillerin, yalancıların, muhbirlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve bir başkasının elindeki can simidini söküp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların… Bugün hayattaysak eğer, soy ağacımızdan birileri ‘Ya o, ya ben!’ dediği için değil miydi? Belki de bu kötülüğün ağır basması bile değildi. Doğal olandı… Sadece bize çirkin geliyordu, ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu…”

hakan günday - daha

haiku

Dünyadaki en kısa şiir biçimidir. Kökeni 16. yüzyıl ve Japonya'dır. Genelde sadece üç dizeden oluşur ve sanki ân’ın içinde olup bitiyormuş gibi bir hissiyat uyandırır. “Gerçek bir Haiku su gibi duru olmalı” derler. “Ve ne demek istediğini tam olarak vermeli.”
Şu örneğe bir bakalım mesela: “Damda zıplıyor serçe, ayakları ıslakça.” Başta anlamsız gibi geliyor cümle, ama sonra kuşun ayak izlerini görür gibi oluyorsun zihninde. Ardından o birkaç sözcük, sana o gün durmadan yağan yağmuru ve ıslak çam yapraklarının kokusunu da düşündürtüyor. Yani, az sözcükle çok duygu uyandırabilmek, Haiku’ların olayı bu.
Bir örneğe daha bakalım: “Yürü öylece, çıkmaz yollara girip, çıkma bir daha.”

Sözcüklerin dünyasını hep çok ilgi çekici buldum. “Mutluluk nasıl dayanıksız!” dizesini yazmış bir Cemal Süreya ya da “Yalnız bile değilim” diyen bir Edip Cansever nasıl sevilmez ki?
Peki, biz nasıl konuşuyoruz ana dilimizi? Türkçe gibi kıymetli ve şiirsel bir dilin hakkını veriyor muyuz? Yoksa günde sadece 15-20 tane farklı sözcük kullanıp işin kolayına mı kaçıyoruz?

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=GpSaKDssZ64)

friedrich wilhelm nietzsche

Tanrı öldü derken ne demek istemişti?

Bir kere Tanrı öldü demek Tanrı yok anlamına gelmez. Zaten bir şeyin ölmesi için, önce yaşaması gerekir. Dolayısıyla yaşamış bir şeye, 'yok' diyemezsin.
Tanrı, özünde senin kimliğindir. O, senin en iyi versiyonundur ve içindeki Tanrı, olmaya çalıştığın, olman gereken kişidir. Dolayısıyla "Tanrı öldü! Onu biz öldürdük!" diyen Nietzsche, kendi hırslarımız uğruna öldürdüğümüz Tanrı’dan bahsediyordu.
Burada tabii dönemin kilise otoritesine de bir eleştiri var. Nietzsche kraldan çok kralcı olan din adamlarının Tanrıyla insanları korkutmasına ve onlara hükmetmeye çalışmasına karşıydı. Yani aslında özünde sevgi ve bağışlama olan Tanrı’nın, insanlar tarafından çarpıtılarak kendi bağlamından kopartıldığını kastediyordu Nietzsche.

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=bAqWrW31DiE )

friedrich wilhelm nietzsche

Hayatındaki dönüm noktası:

1889’un Torino sokaklarında, Nietzsche düşünceli adımlarla dolanıyordu. O zamanlar tabii her yerde at arabaları var, ulaşımın çoğu bu şekilde sağlanıyor. Nietzsche öylece yürürken köşe başında bir kabalıkla karşılaşır. Bu kalabalık, aldığı tüm kırbaç darbelerine rağmen hareket etmeyi reddeden bir atı izlemektedir.
Derken, öfkeden kuduran faytoncu, kalabalıktan da aldığı gazla kırbaç darbelerini iyice arttırır; hatta bunu öyle abartır ki, at yorgun düşüp yere çöker. Nietzsche kalabalığın arasından koşarak sıyrılır ve faytoncuyu durdurup atın yanına kıvrılır. Boynuna sarılır onun, gözlerinin içine bakmaya çalışır. Ve tam ona ağlayarak bir şeyler söylerken, bilincini yitirip bayılır. Nietzsche bu olaydan sonra tam on yıl boyunca kimseyle konuşmaz, akıl hastanesine yatırılır ve ölür.

“Dünya hassas kalpler için cehennem gibidir” demişti Goethe. Nietzsche de o asi bıyıklarının altında, böyle bir duygusallık barındırıyordu aslında. Milan Kundera, Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Nietzsche’nin bu eylemini şöyle değerlendirir: “Gerçek insan iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla ortaya çıkabilir. insan soyunun gerçek ahlaki sınavı, onun merhametine bırakılmış canlılara olan davranışlarında gizlidir.” Mesela hayvanlara...

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=DTqJNTNoldE )

covid 19

Kötü haber, italya'da 31. günde 27.980 vaka vardı, bizde ise 47.029. Yani neredeyse iki katı.
iyi haber ise, oradaki 31. gündeki vefat sayısı 2.158 iken, bizde 1.006. Yani yarısı kadar.

Daha detaylı bir kıyaslama için: https://i.imgyukle.com/2020/04/10/QCSHuc.jpg

friedrich wilhelm nietzsche

insanın kendini bilmesi üzerine şahane bir öyküsü vardır:

Bir gün deniz kıyısında ihtiyar bir taşçı, bir kayayı yontmaktadır. Bu sırada güneş onu yakıp kavurur. Adam Tanrı’ya yakarır: –Keşke güneş olsaydım– diye. “Ol” der Tanrı. Adam güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir, örter güneşi; hükmü kalmaz.
Ardından bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Güneşten buluta dönüşür. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Bu kez de rüzgâr olmak ister. Ona da “Ol” der Tanrı.
Buluttan rüzgâra dönüşünce her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Ama tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser, buradan eser, kaya bana mısın demez! Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dünyaya karşı dimdik ve güçlü durmaktadır artık.

Derken sırtında bir acı ile uyanır.

ihtiyar bir taşçı, kayayı yontmaktadır.

(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=bOTyEL2ETY4 )

covid 19

günün güzel haberi israil'den geldi. kovid-19 tanısı konan ve durumları ağır olan 6 hastanın tamamı kök hücre tedavisiyle iyileşmiş.

kaynak: http://www.cumhuriyet.com...n-tamami-iyilesti-1732139